Doğan Cüceloğlu: Soğuk çayı ilk defa uçakta içtim

Doğan Cüceloğlu Fotoğraf: Haber Aero

Ünlü psikolog ve yazar Doğan Cüceloğlu, geçtiğimiz günlerde 83 yaşında hayata gözlerini yumdu. Cüceloğlu 2017 yılında çıktığı Airport programında uçuş ve seyahat deneyimlerini anlatmıştı.

Türkiye’nin yetiştirdiği en önemli bilim insanlarından Doğan Cüceloğlu, geçtiğimiz hafta, 83 yaşında aramızdan ayrıldı. Kitapları ve konuşmalarıyla toplumumuza önemli katkılar yapan bilim insanı 2017’de katıldığı Airport programında Güntay Şimşek ile tadına doyulmayan bir sohbet yapmış, yaşamından ilginç kesitler anlatmıştı.

Doğan Hoca 26 yaşında Amerika’ya gitmiş ve burada uzun yıllar yaşamış. 1964 yılındaki ilk uçuşu da en ilginç anılarından birisi olmuş. Bunlardan birisi de uçakta yanlışlıkla soğuk çay içmesi olmuş. Türkiye’nin her yerini keşfeden Doğan Cüceloğlu, dünyada da birçok yeri görmüş. Şimdi sözü Doğan Hoca’ya bırakalım.

“Uçakta pencere kenarı içimde kaldı”

1964 yılındaydı benim ilk uçağa binişim.26 yaşındaydım. Roma üzerinden Dubrovnik’e gideceğiz. Öyle bir durum. Ve ben pencere kenarına oturmak istiyorum. Ama bir hocamla beraberdim ve o pencere kenarına oturmak istedi. İçimde kaldı pencere kenarından bakmak durumu. Fakat benim ondan sonra o yolculuğun devamı olarak Londra ve oradan da New York’a geçme durumum oldu. O zaman pencere kenarına oturdum. Londra’da tanıştığım arkadaşlar vardı, bana bir İngiliz ayakkabısı aldılar. Ve ayakkabıyı bağlarken çok sıkı bağlamışım; uçak yükseldikçe şişti. Böyle ondan dolayı olduğunu da bilmiyorum. Ya dedim benim ayağımda şudur budur. Sonra biraz aklıma geldi yarı yolda şöyle bir gevşeteyim dedim. O kadar içim rahatladı ki bu bağdan dolayıymış falan şeklinde ve yükseldikçe şişme durumu olur. 7,5 saatte falan gitmiştik New York’a. İndik sonra, buradan nasıl çıkacağım, kapı gözükmüyor. Meğerse cam kapı varmış. Yürüyünce açılıyormuş. Böyle bakıyorum. Bir tarafa doğru yürüdüm. Böyle ben dururken açıldı. Böyle bir sihir alemindeymişim falan gibi.

“Dış yolculukla birlikte benim iç yolculuğum başlıyor”

New York’ta başka bir uçağa aktarıldık. New York’dan Washington DC’ye geçeceğiz. Hostes geldi; “Ne içersiniz?” Falan. İngilizcemden de pek emin değilim. Biz de tabii Türk olarak çay dedik. Ve ilk defa hayatımda sıcak mı soğuk mu dedi. Ulan soğuk çay niye istesin insan. Bir de buzlu mu diye soruyor. Ice tea diyor. Allah Allah ben de merak ettim dedim ice tea. Hakikaten ice tea geldi. Hiç unutmuyorum bunu. Kadının yüzüne baktım alay mı ediyor benimle diye. Dedim beni Türk mü gördü ne yaptı. Buzlu çay geldi hakikaten. Buzlu çay içtim. Tuhafıma gitti ama hoşuma gitti. Şimdi bu dış yolculuğa çıktığım zaman benim aynı zamanda iç yolculuğum başlıyor. Onun için pencereden baktığım zaman o bulutların görünüşü; dağlar gibi ovalar gibi kendine özgü yapısı var. Bambaşka bir alem. Ve o zaman evrene doğru gidiyorsun. Dünyanın bir toz zerresi gibi olduğu bir evrende ben bu uçakta böyle seyahat ediyorum. Bunun anlamı ne? Aynı zamanda bakıyorum benim kendi içim bir evren. Dertlerim var kaygılarım var gelecekle ilgili umutlarım, geçmişle ilgili sıkıntılarım, acılarım var. Onun anlamı ne? Bunları düşünmeye başlıyorsun. O sırada bir ses diyor ki; Bir şey içer misiniz? Hop uyanıyorsun, bakıyorsun böyle. O yüzdeki gülümsemeyi görüyorsun ulan samimi mi, maske mi diye bakıyorsun. Hepsi öyle karışmış durumda.

“ABD’ye iki hafta diye gittim 4 yıl kaldım”

Amerika’ya gittiğimde 26 yaşındaydım. Beni oradaki toplumsal yapı ve kültürle ilgili hiç kimse hazırlamadı. Zaten ben oraya 2 hafta kalmak için gitmiştim. 4 yıl kaldım. Yani gittiğimde öyle olmadı. Onun için özellikle kız erkek ilişkilerinde kimse bir şey söylememişti. Bir ara bize bakıp gülen bütün kızların bana âşık olduğunu sandım. Ve şimdi izin verirsen anlatayım kısaca. Şimdi University of Illinois Champaign Urbana’ya doktora öğrencisi olarak gitmişim. 3-4 hafta geçmiş, dersler başlayalı da 6-7 hafta falan olmuş. Ekimin 10’u gibi bir salı veya çarşamba günü saatin 10 buçuğunda yürüyorum. Nasıl garibanlık var. Her şey yeni ve bir tuhaf. Ben bir Silifke çocuğuyum netice itibariyle. Sağ tarafımdan bir ses geldi. Nasıl cıvıl cıvıl bir kız sesi. Hey Dogın! Ulan dedim inşallah benimdir. Yani Doğan, Dogın uyar birbirine. Döndüm baktım. Yeşil gözlü sarışın mini şort giymiş bir kız bana bakıyor. Ben miyim dedim. “Yes” dedi, come here! Gel diyor. Ulan bismillah dedim şöyle yürüdüm ortada buluştuk. “Sen Türkiye’densin değil mi?” dedi. “Yes!” dedim. İlk defa Türkiye’den birini görüyorum. “Dokunabilir miyim?” dedi. O zaman içimden dedim ki Allah garibanı görür. Yes! dedim ama o kadar hoşuma gitti. Bana dokundu. Çok hoşuma gitti, o sıcacık dokunuş. Tam ilaç gibi. Diyorum ki, bir şey düşüneyim bir şey söyleyeyim. Yani döneyim her tarafıma dokunsun onu istiyorum. Böyle esnaf tarafım çıktı ortaya. Dönüverdi orada iki tane delikanlı konuşuyor birisi uzun boylu onu çağırdı. “Hey Brian come here!” diye. Yüzüme bakınca soruyu gördü? Onu niye çağırıyorsun diye. Bana izah etti. Brian benim nişanlım o da Türkiye’den birisini ilk defa görecek. O da dokunsun istiyorum dedi. Brian geliyor, benim içim değişik oldu hemen Brian’ı birader, kızı bacımız yaptım.

“Hocam o da dokundu mu?”

Adana’da bunu anlatıyorum seminerde. Adanalı dedi ki “Hocam o da dokundu mu?” dedi. Çok farklı bir şey unutamıyorum. Bu birkaç kere başıma geldi. Fark ettiğim bir şey oldu 26 yaşında. İnsan, ‘kadın insan’ ile ‘erkek insan’ insan ile konuşabiliyor. Onu öğrendim ve o zaman farklı bir yolculuk oluyor tabi. Evvelden birinin karısının yanında falan çekinerek konuşuyordum. İnsan insana gözleriniz ışıldayarak konuşabiliyorsunuz. Yolculuk farklı oluyor o zaman.

Yani bu ilk 6 ayda belirli bir düzeye indi. 1 yıl oldu. Ama besbelli ki içimizde derinlerde bazı programlar var. Yani netice itibariyle 3-4 yıla kadar giden durumlar oldu. Ama orada ben toplam 25 yıl kaldım baya değiştim o bakımdan rahat işler hale geldim ve güzel oldu benim için. Kendime özgü keşif yapma yolculuk yapma ve farkına varma durumu oldu.

“ABD’de milli parklarda kamp yapardık”

Gariban bir öğrenci olarak benim bir 1967 model Plymouth aracım vardı. Onun arkasına çadırımızı koyardık 2-3 öğrenci. Bir Amerikalı bazen Alman öğrenciler her neyse ve çıkardık 2-3 hafta değişik milli parklarda kamp yapardık. Hakikaten çok büyük bir ülke ve çok güzel şeyler de öğrendik. Amerika’yı hemen hemen baştan uca değişik zamanlarda dolaştım. Hakikaten ortam hazır elektriği suyu düşünülmüş emniyetli. Ama ikaz da yapıyorlar. Mesela Yellow Stone Park dedikleri yerde arabam sallandı. Arabanın içinde uyuyorum. Arabanın içinde yiyecek bırakmayın dediler, pek umursamadım. Arabanın önünde bir baktım ayı. Burnunu sokmuş arabanın şeyinden yiyeceği soluyor falan böyle. Ben bağırınca dönüp gitti. Yani kazalara da sebep olabiliyor. O uyarıları iyi dinlemek ve uymak lazım hakikaten doğanın içindesin. Çok güzel oldu rahat hissediyorsun her yönüyle düşünülmüş. Ve teşvik ediyorlar eğitimsel bir yönü var onun için. Üniversite ve okul öğrencileri şu veya bu şekilde doğayı gezip keşfetme ve doğa sevgisini aşılama bakımından programlar yapmışlar. Çok yaygın.

“İnsanlar toprağa basmak istiyor”

Biz esasında bir köylü toplumuyduk. Onun için toprağın içinde büyüdük. Yani ağaçtı, inekti, eşekti, şuydu buydu bizim hayatımızın bir parçasıydı. Yani doğanın içinde büyüdüğümüz için yani nasıl ki balık su ilişki. Balık suyun farkında değil. Yavaş yavaş şehirleşme artıp, o doğanın içinde olmadığımızın farkına varmaya başlayınca o bilinç bizde de belirlenmeye başladı yavaş yavaş artık. Amerika’da şehirleşme çok önceden olmuş. Doğadan uzaklaşmanın ne demek olduğunun farkına varılmış. Düşünürler, sanatçılar, şairler, filozoflar ısrarla üzerinde durmuşlar ve milli parkların oluşması için özel kanunlar yapmışlar. Teminatlar almışlar. İyi ki de yapmışlar. Hakikaten dünyaya da örnek oluyor. Bizde de şimdi şehirleşme ve büyük binalardan sonra herkes toprağa ayak basmak istiyor. Şoför, öğretmen, işçilerle konuşuyorum; “Ya abi sıkılıyor insan, toprağa basmak istiyor. Bir inek sesini duymaz olduk.” Serzenişinde bulunuyorlar. Yani o kuş sesi, inek sesi, doğadaki olan o doğal ses bizim ruhsal sağlığımız için gerekli. Toprağa yalın ayak basma hadisesi önemli. Hakikaten doğanın çocuklarıyız. İhtiyacımız var ruhen.

“Amerika’daki özgürlüğü bulamıyorum”

Ben Türkiye’de, Amerika’daki özgürlüğü bulamıyorum. Çok güzel bir ülkemiz var. Belki Amerika’nın 10’da biri bizim ülke, ama 4 mevsim yaşayabildiğimiz bir ülke. Ve kışın bile denize girebilirsin, kayak yapabilirsin. Yani çok zengin bir ülkemiz var. Fakat Amerika’nın farklı yönleri var. Gittim, kaldım, gezdim. Benim çocuklarım Amerika’da büyüdü. Ben 25 yıl kaldım. Amerika’ya gittiğim zaman hemen Amerikalı gibiyim. Konuşurum “Neredensin?” diye sormaz Amerikalılar. Çocuklarımla her yaz 2-3 hafta dağlara kampa giderdim. Şimdi onlar devam ediyorlar. Yazları torunlarımla kamplara gidiyorlar. Şu anda her çocuğum doğa aşığı ve onlar geleneği kendi çocuklarıyla devam ettiriyor. Doğaya karşı son derece tutarlılar. Doğayı bilen insan yola mendil, şişe de atamıyor. Sıkıntıya girmiş sinek, arı bile olsa bir şey bulup, ona yardımcı oluyor, pencereden çıkarıyorsun. Yani pat diye öldürüp atmak olmuyor. Yani doğanın her zerresine bakış ve saygı tarzı gelişiyor.

“Makam yükseldikçe suratlar asılıyor”

Benim işim insan. İnsan ilişkileri. Yüz ifadelerine falan çok bakıyorum. Amerika’daki havaalanlarında bir şehirde kitap okuyanların sayısı çok. Ama İstanbul’a kalkacaksa uçak bakıyorsun kitap okumayanlar daha ziyade bizimkiler oluyor. Yabancılar genelde kitap okuyorlar. Bir de enteresandır bu yüz ifadeleri falan benim ilgimi çeker. Yani Amerikan üniversitelerinde falan bakarsınız yetişkin adam rektördür, dekandır, üniversite öğretim üyesi, öğrenci şudur budur yüzlerinde bir gülümseme var. Mesela Ortadoğulu, Akdenizli veya Türk, mevki, makamı ne kadar artıyorsa, o kadar asık suratlı oluyor. Sen benim kim olduğumu biliyor musun? diye bakıyor adam böyle. “Sayın genel müdürüm!” diye gideceksin adama. Evet nereden anladın, genel müdür olduğumu? Yüzünüz efendim. Çok asık suratlısınız, bu yüze bu makam yakışır. Evet o kadar belli ki bu adamlar farkında değil. Halbuki konuştuğun zaman adam iyi bir insan. ABD’den Türkiye’ye geldim, 96 yılında seminer veriyorum. Adam 90 dakika beni böyle dinledi. 15 dakika ara verildi. O zaman içeride sigara içilebildiğinden, dışarıda içilmesini ve kapıyı da kapalı tutmalarını istedim. Adamın birisi böyle ters bakmaya başladı. Önüne gittim, “Bana küfreder misiniz?” dedim. “Estağfurullah” deyince rica ediyorum dedim. “Olur mu efendim?” dedi. “Beyefendi yüzüme bakarak, Doğan Cüceloğlu Allah belanı versin der misiniz?” diye ısrar ettim. “Ne münasebet?” diye cevap verdi. Dayanamadım dedim ki; “Beyefendi yüzünüz alasını söylüyor.” Baktı şaşırdı. 5 saniye sonra da yüzüne hafif bir gülümseme geldi. “Bizim oğlan da bundan şikayetçi” dedi. İçimden, “Bir de yengeye sor” demek geldi, diyemedim. Bunlar kötü insanlar değil. Farkında değiliz. Asık suratlı olduğumuzun farkında değiliz. Ve şunu gördüm. Askeri mıntıkaya gittiğinizde kişinin rütbesini omzuna bakarak anlarsınız değil mi? Türkiye’de herhangi bir kuruluşa gittiğimde rütbesini yüzlerinden anlıyorum. En asık suratlı, en yüksek mevkiye sahip. Hiç şaşmıyor.

“Havalimanları incelenmeye değer mekanlar”

Havalimanları kesinlikle incelenmeye değer yerler. O bekleyenlerin yüz ifadesi. Çıktıkları zaman o sarılışlar. Uçağa binmeyi beklerken olan durumlar. Bir de Amerika’da uçağa bineceğim değil mi? Hakikaten sınıf sınıf ayırmışlar. Önce bilmem ne diyor, sonra falan diyor. Herhangi bir şekilde ben de bir kuyruğa giriyorum. Yani rahatım, sıram gelince binip gidiyorum. Türkiye’de enteresan bir şekilde en son ben biniyorum hep. Bakıyorum ulan niye böyle oluyor. Bakıyorum giyimli, miyimli, kadın, erkek eğitimli, eğitimsiz herkesin bir numarası var! Nasıl olur da öne geçebilirim numarası! Ben böyle saf saf bakıyorum, en son ben biniyorum. Uçaktan sonra otobüsten de en son ben iniyorum. Bu CIP falan filan durumlarında. İnsanlar bana bakıp; “Ay canım ne kadar saf, herhalde aç kalır” diye düşünüyorlar. Ancak tanıyanlar falan buyurun hocam diyorlar rica ederim diyorum. Buyurun buyurun diyorlar. Onlar böyle yol verirlerse o şekilde biniyorum. Farkında bile değil. O kadar sık oluyor ki ve bunun ne anlama geldiğini fark edemeyecek kadar körleşmişiz. Bunu uyanıklık sanıyor. Şimdi şu an uyanıklık ile uzun vadede yarattığımız bir geleceğini göremeyecek kadar ahmak olduğumuzun farkında değiliz. Şimdi şu an yaptığımız uyanıklık gelecekte yarattığımız ahmak bir toplumun temeli oluyor. Bunu göremiyoruz. Ama kötü niyetli insanlar değiliz farkına vardığınızda da onun sorumluluğunu ona göre anne baba öğretmen yönetici olma yoluna girmeye başlayacağız. Benim de bu topluma vermek istediğim hizmet bu oluyor. Dürüstçe bunu söylemek.

 “İç yolculuk için bilincin olması lazım”

Yalnızlık kavramına girdiğiniz zaman genellikle biz sanıyoruz ki yanında başka birisi yoksa, o zaman yalnızsın. Esas yalnızlık kendi içinde konuşacak birisini bulamamak meselesi. Onun için böyle bir yolculuğa çıkıp kendi başına kaldığın zaman o kendi içinde konuşacağın insanı bulmak, o insana merhaba demek içimizdeki çocuk kitabında mesela. O içindeki çocuğa merhaba diyebildin mi onun hüznü var mı, yok mu özlemi, coşkusu var mı gönlünün muradını keşfetti mi o, onun için bir şey yapabiliyor mu, yapamıyor mu hayal kırıklığı nerede? Her neyse ona bir merhaba demek onunla sohbete girmek bu iç sohbeti yapabilmek çok önemli. Ama buna pek fırsat verilmiyor. Benim insanım çok iyi niyetli. Çok iyi niyetli insanlarız. Farkında değiliz iç yalnızlığımızın. Ondan dolayı iç sohbetimizi yapamadığımızdan dolayı dış sohbetimizi de yapamıyoruz. Ne demek bu? Anne baba sürekli nasihat ediyor. Koca bir ağız. Yavrum çalış, önünü ilikle…. Sohbet yapmak başka bir şey. Sohbet yapan gözleriyle dinler. En önemli dinleme aracı gözdür. Gözleriyle dinler ağzı kapanmıştır ve o sohbet içerisinde yaşam dansını çocuğa öğretir. Veya arkadaşına öğretir. Dinlemesiyle yönetmeye başlar yaşamı. Şimdi kendi içinde sohbet bulamamış insan bunu yapamaz mümkün değil. Onun için ben uçağa bindiğim zaman mutlaka bir kalem kağıdım olur şimdi derim ki neredeyim temel duygularım ne? Kaygım var mı? Merhaba kaygı derim. Ne demek istiyorsun benim için bir şeylerin var mı? Korkularım var mı coşkum var mı heyecan mı var mı merhabalaşırız. Onlar kendi içinde sohbet etmeye başlarlar. Aklıma gelen şeyler olur özlemlerimle. Ve o kadar güzel yolculuk olur ki böyle uzun zamandır bulamamışım kendimle sohbet etmeyi. O sırada rahatsız edilmek istemem yani yanımdaki böyle otursun istemem. Evet hemşerim nereye gidiyorsun konuşmasıydı şudur budur. Ya bir dakika sohbet ediyorum şimdi demek çok zor yani. Onun için kendi tedbirlerini falan alıyorsun. Bu benim için çok kıymetli bir şey. Benim kitaplarım o iç yolculuğun sonunda oluşuyor. Yani o iç yolculuk esas benim temel zenginliğim. O nedenle de bazen kitap okuma o kitabı okuma da o yazarın iç yolculuğu oluyor aslında. Yazarın yaşamla yapmış olduğu yolculuk.

“Seyahatlerde kalem kağıt önemli”

Ben bir kitap yazma projesi içindeysem, yalnız başıma bir seyahat isterim. Kâğıt, kalem alırım. Bazen bütün kitabın yapısı bir seyahatte ortaya çıkabiliyor. Ve 15 dakika içerisinde kitabın yapısını yazarım. 5-6 saat uçak yolculuğu altta yoğunlaştırır, oluşturur. İnerken çok mutlu inerim. Artık gerisi bir emek meselesi. Yaratıcılık işi bitti. Öyle bir durum oluyor. Kâğıt üzerine çizilmiş gibi. Artık ondan sonra kazmayı vuracaksın şu ne olacak, bu ne olacak yavaş yavaş oluşacak. O bakımdan çok önemsiyorum böyle kişinin kendi başına kalması hadisesini. Bunu bir kırsal bölgede oturursun önünde bir manzara uzaktan dağda yürüyen keçilerin sesleri gelir falan, ama biliyorsun ki onlar orada sen buradasın, şimdi doğanın içindesin. Ona benzer bir şey olur bana uçakta. Ve bakarım, pilotuma güveniyorum, makinaya güveniyorum. İnsanlar bunun için yıllarca emek vermişler, hesaplamışlar. Müthiş bir şey. Uçak uçuyor işte. Gemi yüzüyor, havada gidiyor. Ne muhteşem bir şey ve bunun avantajı içerisindeyim ben. Tamam diyorum, şu anda güvendeyim. Herhangi bir şekilde benim korkacak durumum yok. Korksam ne olacak değiştirebileceğim bir durum yok. Ben şimdi kendi iç yolculuğuma başlayayım şeklinde bir tavır içerisinde oluyorum.

“Artık uçmak çok kolay”

Ben 26 yaşında, ama benim çocuklarım 3 yaşında uçağa bindiler. Bir fark oluyor hakikaten. Türkiye’de de şimdi artık uçağa binme yaşı oldukça küçüldü ve yayılmış vaziyette. Ben ilkokul 3’teydim, Silifke’de. Bir komşumuz vardı, bu adam İstanbul’u görmüş derlerdi. Silifke’de İstanbul’da bulunmuş kişi parmakla gösterilirdi. Ve ayrıcalığı vardı, hatırlıyorum. Böyle artısının eksisinin iyi farkına varmak lazım. Ben Amerika’ya gittiğim zaman Türkiye’yi keşfettim. Yani Türk kültürünü ben Amerika’da keşfettim. İyi taraflarıyla da kötü taraflarıyla da. Şimdi Türkiye’de Türk kültürünün iyi taraflarının farkına varıp, onları kaybetmeme bilincini oluşturmaya çalışıyorum. Çok güzel yönlerimiz var inşallah onları kaybetmeyiz. Onun için elimden geldiği kadar hizmet vermeye çalışıyorum. Kötü yönlerimiz var. İnşallah onların farkına varıp bir an önce düzeltiriz.

“Faydalı olabildiysem ne mutlu bana”

Geçenlerde kaldırımda yürüyorum. Giyinişinden evlere temizlik için gittiğini düşündüğüm bir hanımefendi bir çocuk arabası sürüyor. Ama araba boş. Etilerde iki kişi kaldırımda yan yana yürüyemediğinden, on yol verdim. Yandan geçtim. Bana döndü “bir dakika, bir dakika” dedi. Efendim dedim. “Sen o şey değil misin, o adam değil misin? dedi. Böyle bakıyorum. “Hani o televizyonlara çıkıyorsun, ana babalık hakkında konuşuyorsun” dedi. Evet televizyona çıkıyorum dedim. “Allah senden razı olsun. Konuş, konuş. Ne olur çok konuş. Allah benim ömrümden alsın sana versin.” Dedi. O kadar hoşuma gitti ki. Ne kadar güzel bir şey değil mi? Ben bir bilim insanıyım, demek öyle güzel konuşuyorum ki ona da anlatmışım. Ve verdiği şu hediyeye, şu diğergamlığa bak. “Benim ömrümden alsın, sana versin” diyor. Neden? Çünkü sen memlekete, vatana hizmet edecek birisisin benim yanımda. Yani düşünebiliyor musun? Bunu içimden dedim, Allahım çok farkındayım. Şükrediyorum, ama lütfen onun ömründen alma. Çok iyi bir insan.

 

 

Exit mobile version